İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Yürüyüşü’nde yaşanan kargaşa, bunun kapsamında düzenlenen bir vegan pikniğe polisin müdahale etmesi, İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkılması… Bunlar Türkiye’de son dönem yaşanan olayların bazıları. Ekibimizin çoğu Almanya’da yaşadığı için Türkiye gündemini sadece uzaktan takip edebiliyoruz. İstanbul’da yaşayan gazeteci ve yazar Güney Güneyan ile tam da bu sebepten bir araya geldik. Bizimle ülkeye dair gözlemlerini ve bir basın mensubu olarak İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Yürüyüşü’nde şahit olduklarını paylaştı. Bunun yanı sıra toplumsal cinsiyet sorunları hakkında da söyleştik. İşte o söyleşi:
Güney Güneyan kimdir? Kendini nasıl tanımlar?
Belki de kendimi ifade etmekte en çok zorlandığım soru bu. Çünkü her geçen an kendimle ilgili bir şeyler öğreniyor halde buluyorum. Sakinliğe aşık, yalnızlığa tutkun, sadeliğe düşkün bir insanım. Hayatı pastel gören, küçük mutluluklar peşinde koşan ama büyük hayalleri olan bir gerçekçiyim. Hiç konuşmadan anlaşan, erdemli olmaya çalışan, belki biraz sinirli ama hep bir şeyleri düşünür haldeyim. Tüm bu insani hallerimi bir kenara koyarsak da mesleğini icra etmeye çalışan bir gazeteci ve yazarım.
Çok genç yaşta birçok yayında görev almış ve çeşitli projelerin altına imza atmış bir isimsin. Bu nasıl oldu? Nasıl bu yola girdin?
Mesleğe giriş hikayemi İstanbul Üniversitesi’nde konuk olduğum bir radyo programında açıklamıştım. Tekrar etmek beni her seferinde üzse de toplumsal hafızamızı tazelemek için yinelemek isterim. Mesleğe giriş sebebim, 19 Ocak 2007 tarihinde Agos gazetesi binası önünde uğradığı silahlı saldırı neticesinde öldürülen gazeteci Hrant Dink’in, altı delik ayakkabısını görmemdi. Henüz çocuktum ama o an “yapmak istediğim iş bu” demiştim. Mesleğe yerel gazetelerde başladım. Sonrasında bir edebiyat dergisi kurdum. Ulusal basında görev almaya başladım. Ardından bağımsız olmak istediğim için, sosyal bilimler ve kültür alanında yayın yapmak üzere Komplike dergiyi kurdum. Türkiye’de yayıncılık çok zor bir iş. Tutunamadık. Dijitale döndük ama mevcut şartlar sebebiyle, iki yılın ardından geçtiğimiz aylarda çalışmalarımızı bir süreliğine durdurduk. Şimdilerde yine ulusal basında yazıyorum. Bir yanım hep yayıncı, diğer yanım gazeteci…
Yayımlanmış iki çalışman var. Biri inceleme ve araştırma kitabın olan “Nepotizm Hipotezi: Sosyal Dışlanma ve Yoksulluk” diğeri ise şiir türünde yazdığın “Müstakil Beden” adlı kitabın. Bu çalışmalar nasıl sonuçlar verdi?
Bazı kitaplar bugüne değil, yarına yazılır. İlk çalışmam olan “Nepotizm Hipotezi” de böyle bir çalışmaydı. Türkiye’nin siyasi atmosferinden beslenen ve burada yaşanan nepotizm vakalarını irdeledim. Çalışmanın alt başlığında da sosyal dışlanma ve yoksulluk kavramlarını inceledim. Yoksul mahallelere uğradım. Onlarla konuştum. Sorunlarını dinledim. Kamudaki usulsüz atamaları takip ettim. Onları kayıt altına aldım. O günkü yaşanan nepotizm olaylarını çalışmama ekledim. İnsanlar unutsa da kitaplar onlara hatırlatsın istedim. O tarihten sonra, bunların o kadar çok tekrarı yaşandı ki… Bu dipsiz bir kuyu gibi. Bu çalışmanın dışında geçtiğimiz yıl ilk şiir kitabım çıktı. O, daha suya sabuna dokunmadan bir çalışma tabii. Nihayetinde şiir ama gelecekte politik şiirler de yazmak istiyorum.
Yeni bir çalışmanın da bu yıl yayımlanacağını duydum. Gelecek süreçte neler olacak?
Evet. Bu yıl yeni bir çalışma daha var. “Prekarya: Özgür Köleler” adlı bu çalışma yine inceleme türünde olacak. Tamamen hazır durumda. Şimdilerde redaksiyon çalışması yapılıyor. Ardından yayınevinin mutfağındaki yerini alacak. Sonrasında gerçek sahibi olan okuyucusuyla buluşacak.
Türkiye’nin politik havasını solumayı seviyorsun, öyle değil mi?
Elbette, elbette öyle. Sosyal bilimcilerin neden dünyanın dört bir yanında zaman kaybettiğini anlamıyorum. Asıl olay Türkiye. Çünkü burada binlerce farklı vaka mevcut. Bakılırsa görülür türden ama bu da burada yaşamanın bir getirisi sanırım.
Türkiye’de olup bitenleri biz sadece uzaktan takip edebiliyoruz. Bu yüzden seninle bir araya gelmek bizim için çok değerli. Geçtiğimiz günlerde Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından verilen kararda, bir süredir olduğu gibi İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası Yürüyüşü’ne izin verilmedi. Etkinliğe katılan bir basın mensubu olarak bize yaşananları ayrıntılı bir şekilde anlatabilir misin?
Bildiğiniz gibi Türkiye’de uzun yıllardır LGBTİ+ faaliyetlerine izin verilmiyor. Fakat önceki süreçlerde mevcut iktidar bu yürüyüşlere izin verdiğini alenen belirterek, propaganda malzemesi yapmayı gayet uygun görüyordu. Devlet yetkilileri daha önceleri bu yürüyüşlere izin verdiklerini belirterek övünüyordu. Bugün ise bu konu oldukça farklı bir boyutta. Çünkü artık mevcut iktidarın yaşam tarzına müdahalesi ve baskısı neredeyse her şeyden daha hissedilir oldu. Daha otoriter bir rejim var. Sesleri daha gür çıkmak zorundaymış gibi hissediyorlar. Oy kaybı, yaklaşan seçim ve kötü gitmekte olan bir ekonomi… Dolayısıyla haberi yayan da, haberi yapan da suçlu statüsünde. Görevi haber yapmak olan biri Türkiye’de bir anda haber olabiliyor. Nihayetinde bugün, geçmişten günümüze dek AKP iktidarının en baskın ve en politik süreçler yürüttüğü dönemlerden birindeyiz.
Türkiye’de her şey ve herkes bıçak sırtı durumda. Her şey bir adamın elinde. Kontrolü zor, zincirlerini koparmış bir boğa ile arenanın ortasında bir başınayız. Renk körü olduğunun farkında değil. Tüm dünyayı o bakış açısıyla izliyor.
Gücün zehirleyici etkisinin de unutmamak gerekiyor. Çünkü başta İstanbul Sözleşmesi olmak üzere, yürüyüş ve benzeri engellemelerin tümü kendi tabanlarını memnun etmek için gerçekleşiyor. Birçok dayatma var. Bunlardan en serti ise LGBTİ+ faaliyetlerine yönelik diyebiliriz. Taksim kapatıldı, Odakule’de açıklamaya izin verilmedi. Pera ve Mis Sokak’ta onlarca gözaltı gerçekleşti. Plastik mermi kullanıldı, insanlar yerlerde sürüklendi. Kafe önündeki insanlar dahi apar topar gözaltına alındı. Fakat bir detay daha vardı ki; o da dünyaca tanınan AFP foto muhabiri Bülent Kılıç’a yapılan polis müdahalesiydi. O müdahale oradaki tüm insanlara ve basın mensuplarına bir gözdağı niteliğindeydi.
Basın özgürlüğü de bu noktada uzun bir süredir çıkmaza sürükleniyor diyebilir miyiz?
Basın, artık varlığına tahammül edilemeyen, sindirilmeye çalışılan, asimile edilen ve değersizleştirmeye çalışılan bir kurum oldu. Ki bunu başardılar da. Özgür ve bağımsız kalabilen yayınlar haricinde artık medya tek sesli. Eskiler anlatırlar, biz de tarihten gördüğümüz kadarıyla biliriz. Eskiden merkez medya diye bir kavram vardı. Şimdilerde bu tablodan eser kalmadı. Artık mesleğin getirisi olarak kimi gazetecilere yat ve yalı iken, diğerine hapis ve adliye değer biçiliyor. Çürüyen bu sistem artık amorf bir yapıya dönüştü. Türkiye’de Bülent Kılıç’ı birçok kimse tanımıyor olabilir ama Emniyet Müdürlüğü onu gayet iyi tanıyor. Yürüyüşte onun üzerine çullanan, boğazına dizini bastıran polisler de bunun farkında. Ona yapılan bu müdahale sırasında biz de hemen sol kortejdeydik. Tepkiler olmasa Kılıç, orada orantısız güç mağduru olurdu; ölebilirdi. Bir basın mensubunun işini yaparken ölebilecek olma ihtimali garip değil mi? Dile kolay ama o an orada ölebilirdi. Artık işlerin çığırından çıktığını belirtmemiz gerekiyor.
Maçka Parkı’nda yapılmak istenen LGBTİ+ Onur Haftası vegan pikniği de yasaklanmış ve polis pikniğe müdahale etmiş. Sanırım buna mantıklı bir cevap vermek zor ama tam olarak neyi, nasıl ve neden yasaklıyorlar?
Türkiye’de nefret söylemi, irdelenmesi gerekilen bir konu. Oldukça vahim bir durum. Toplum olarak her anlamda bir şeyleri ötekileştirme teşebbüsünde bulunuyoruz. Bu ülkede camilerde siyasi söylemler yapılmaya başlandı. Oy isteyenler, muhalefet yapanlar var. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş hutbelerde eşcinsellerle ilgili geçtiğimiz yıl bir açıklama yapmıştı. Açıklamasında, eşcinselliği hastalıklarla eşleştirmişti. O gün söylenen bu ifadeler, bugün uygulanan fiziksel, psikolojik ve toplumsal şiddetin zeminini hazırlıyor.
Tüm yasakların, tüm engellemelerin, tüm şiddetin, tüm dayatmaların sebebi siyasi…
Nefret söyleminin bizi ulaştıracağı son nokta, kutuplaşmadır. Siyasi fanatizmden farksız olan bu durum bize hiçbir fayda sağlamamasına rağmen kabul gören ve taraftar sağlayan bir durum. Bu nedenle yasaklanan pikniğin de yapılan tüm bu engellemelerin de altında körü körüne bu inanç yatıyor. Birilerinin istediği kalıba uymadığı için bu insanlar toplum desteğinden mahrum edilmek isteniyor. Farklı oldukları için dışlanıyorlar ama aslında farklı olan da toplumu dışlıyor. Haklılar da… Yaşam haklarını, özgürlüklerini elinden almaya can atan bir güruhla savaşıyorlar. Fakat yürütülen birçok araştırma toplumun son dönemde eşcinsel birlikteliklere bakışının değiştiğini gözler önüne koyuyor. Böyle bir durumda artmakta olan bir güce müdahale etmek, bir görev halini alıyor. Aslında yapılmak istenen şey, palazlanmasın diye budamak…
İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkılmasıyla ilgili açıklamalar yapan Erdoğan, kadına yönelik şiddetle mücadelenin bu sözleşmeyle başlamadığını ve çekilmeyle de bitmeyeceğini söyledi. Kadına yönelik şiddetle mücadelenin gidişatını nasıl değerlendiriyorsun?
İstanbul Sözleşmesi doğrudan doğruya şiddeti önlemeyi ve hem kadını, hem de ev içindeki diğer bireyleri şiddete karşı korumayı amaçlıyor. Fakat alınan bu karar, güçlü bir uluslararası mekanizmayı devre dışı bırakmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor. Sözleşmenin uygulanabilirliği dışında, varlığı dahi bugün siyasi bir mesele halini aldı. Yükselen sağ politik görüş sayesinde ve radikal İslamcıların da varlığı neticesinde, günah keçisi olarak görülüyor. Kimileri, “sözleşme uygulamaya girdikten sonra şiddet arttı” diyor ama bu bir safsata. Çünkü kadına şiddet katlanarak artıyor. Sözleşmeyle birlikte eşitlik bilincinin yükseliyor olması sorunların görünür kılınmasını sağladı. Bu da muhafazakâr çevrenin tepkisini çekti. Gerçi “muhafazakâr çevre” diyerek sınırları genişletmemek gerekiyor. Çünkü o kitleden de sözleşmenin hatırı sayılır destekçisi bulunuyor. Karşıtı olanlar ataerkil düşünen, radikal İslamcılar ve onlar sözleşmeye en çok tepki gösteriyor. Sebebi de, kadın tam anlamıyla eşit olur ve haklarına kavuşursa, kadın üzerindeki biat kültürünün kalkmış olacak olması. Bu da kontrol kaybı demek oluyor. Bu düşünce yalnızca Türkiye’de mevcut değil. Neredeyse tüm dünyada durum böyle. Erdoğan’ın söylemleri ve aldığı kararlar ise tek kişinin eline tüm yetkiyi vermeye dayalı olarak gelişiyor. Ne derse oluyor, ne isterse yapıyor. Fakat bu durum aymazlıktan başka bir şey değil. Günü geldiğinde gidecek olanların eşliğinde, geri gelecek ilk şey bu sözleşmedir.
Yurtdışında yaşayan bireyler olarak bizler bu mücadeleye nasıl destek olabiliriz? Avrupa ülkeleri nasıl destekte bulunabilir (veya destekte bulunması mümkün mü sence?)
Bence mümkün değil.
Çünkü diktatoryal bir demokrasi süreci işliyor. Dolayısıyla mevcut hükümet alıcı bir durumda değil. Fikirlere tamamen kapalı ve kendi doğrularıyla yaşıyor.
Başta bu sebepten olmak üzere artık ne yazık ki bir şeyleri anlatma çabası beyhude. Değişmesi gereken şeyler var. Onlardan biri de mevcut iktidardır. İktidar değişmeden Türkiye’nin değişmesi de Türkiye ile diyalog kurulması da pek mümkün değil. Kulakların tıkandığı, gözlerin görmediği bir dönemin içerisindeyiz.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kadın olmak zor – bu konuda hemfikir olduğumuzu düşünüyorum. Fakat bugün seninle Türkiye’de erkek olmanın zorluklarını konuşmak isterim. Erkeklerde nasıl bir baskı söz konusu? Bizimle gözlemlerini paylaşır mısın lütfen?
Açıkçası bu durumla ilgili konuşabilecek olmak güzel. Çünkü ilk kez böylesi bir soruyla karşılaşıyorum.
Kadınlar da erkekler de ideal bir görünüme sahip olmak zorundaymış gibi algılanıyor. Erkekler olarak bizler de ideal görünüm ve estetik kaygılar neticesinde birçok sorunla yüzleşiyoruz. Bence sağlıklı olmak ve iyi görünmek güzel bir durum ama kişisel anlamda örneklendirme yapacak olursam kesinlikle zorlandığımı ifade etmeliyim.
Kilolu bir insanı, sağlık açısından pek de sağlıklı bulmadığım doğru… Ama çok zayıf olmadıkça, bir insanın zayıf olması da normal. Zamanımın birçoğunu çalışarak geçiriyorum. Zaman yönetimi bu kadar yoğun çalışırken zor. Sevdiğim şeylere vakit dahi ayıramıyorum. Amiyane tabiriyle bazen başımı kaşıyacak vaktim dahi olmuyor. Ancak toplumun bana dayatmış olduğuerkek ideasından uzaklaştıkça eleştirilerin de hedefinde oluyorum. Zayıf olduğum konusunda eleştiri yapanlara katılıyorum ama neden bunun bu kadar önem arz ettiğini anlayamıyorum. Heteroseksüel bir bireyim ama kuir olarak algılanıyorum. Karşı cinsin benim heteroseksüel olduğumu anlaması gecenin ilerleyen saatlerinde oluyor. O zaman zarfına kadar üzerimde standart yaklaşımların izini görüyorum. Zihnimi geliştirmek yerine bedenimi geliştirmeye itiliyor olmak zor.
“Zihnimi geliştirmek yerine bedenimi geliştirmeye itiliyor olmak zor.” Biraz daha açar mısın bunu?
Önceliklerimin sorgulanıyor oluşu beni bu kararı almaya itti. Açıkçası spor salonlarının içerisine tıkılıp, tek derdi vücudunu geliştirmek olan bir aptala dönüşmenin mantıksız olduğunu düşünürüm. Fakat bedenim üzerinden atfedilen şeyden o kadar yoruldum ki; bazen daha az uyuyup, daha az çalışıp, daha az okuyup, daha çok maskülen görünmek için “vücut geliştirmeye mi başlasam ben de” dedim. Bu tercihlerin sebebi sadece baskılar değil. İthamlardan yorulduğum doğru… Ama gelecekte kendim olmayı özleyecek olsam da şu aralar yeni başladığım egzersizler sayesinde kendime baktığımda, daha mutlu olduğumu düşünüyorum. Belki de bu eleştiriler benim için ilk kez fayda sağlayacak bir şeye dönüştürmüş. Artık bu duruma eskisi gibi bakmıyorum ama normal şekilde de bakamıyorum. Bu değişim isteği beni bir başka dinamiği de öğretmeye itti. Çünkü geçmişte belki zaman zaman ben de birilerini kırıcı şekilde eleştirmiş olabilirim. Fakat sağlıksız olanı dile getirmekle, kişisel bir tercihin toplum tarafından değişime zorlanmak istenmesi biraz farklı. Bu nedenle bedenimi seviyordum, şimdilerde başkalaşıyorum.
Röportaj: Dilek Kalın & Berivan Kaya
Lektörlük: Jeyan İdil Aslan
Fotoğraf: Kübra Karaçay