adressarrow-left Kopiearrow-leftarrow-rightcrossdatedown-arrow-bigfacebook_daumenfacebookgallery-arrow-bigheader-logo-whitehome-buttoninfoinstagramlinkedinlocationlupemailmenuoverviewpfeilpinnwand-buttonpricesine-wavetimetwitterurluser-darwinyoutube
Sanat & Tasarım

“Gelecek, romantiklere aittir!”

Dilan Bozyel ile Söyleşi

“Farklılıklardan usandım; beni kavramlarla tanımlayıp ayırmayın, ben sadece bir bedenim, bir kalbe sahip olan. Ne rengim, ne bölümüm, ne de cinsiyetim var benim. Farklılıkla sınır koyduğunuz o tanımlarınızdan bıktım. Ben sadece bir bedenim, bir kalbe sahip olan.

Dilan Bozyel, orijinali Kürtçe olan bu sözleri, kırmızı guaj boyaya tükürüğünü, küçük bir tüp kanını ve bir tatlı kaşığı regl kanını karıştırıp; bir çağdaş sanat koleksiyonu için hazırladığı eserin üstüne yazmıştı. Çünkü ismini ‘Çağdaş Kürt Sanatçılar‘ dosyasına almışlardı. Bunu sürekli yapıyorlardı. Onu ya kadın sanatçı olduğunu belirterek ya da etnik kökenini kullanarak tanımlamaya çalışıyorlardı.

Dilan Bozyel senin benim gibi bir insan olmasının yanı sıra, fotoğrafçılığı ve yazarlığı meslek olarak seçmiş bir sanatçı. Birçok şehirde söyleşi, seminer ve atölyeler aracılığıyla fotoğrafçılığın ve sanatın günlük hayatımıza olumlu gücünü daha çok kişiye yaymaya çalışıyor. Bu aralar İstanbul’da yaşayan sanatçı; bir yandan çeşitli gazete ve dergiler için fotoğraf hikayeleri yazmaya devam ederken, diğer yandan yeni kitap çalışmaları ve yeni üretimleri üzerine eğilmeye devam ediyor.

Dilan ile bir araya gelip sanat, toplumsal konular ve cinsellik hakkında konuştuk. Etrafına bol sevgi veren bir kadınla tanıştığımız ve bu sohbeti gerçekleştirdiğimiz için kendimizi şanslı hissediyoruz.

Fotoğraf sanatçılığına nasıl başladın?

Fotoğrafçılık hayatıma 22-23 yaşlarımda girdi. Diane Arbus‘un fotoğraflarını görünce fotoğrafçılığın büyüsünü merak etmeye başladım. Ardından sanat tarihinde otoportrelerle ilgili araştırmalar yaptım ve bir yıla yakın kendi otoportrelerimi çektim. Bu otoportre serisini Londra’da bir akademiye gönderdim ve kabul aldım. Bu seriyi çektiğim yıl, evde bir odada karantinada verem tedavisi görüyordum. Yani özetle, fotoğraf sanatının beni iyileştirdiğine şahit olarak başladım fotoğrafçılığa.

Londra’da yaşayıp çalışmış biri olarak yabancı bir ülkede yaşamanın zorluk ve güzelliklerini tattığını düşünüyorum. Deneyimlerini bizimle paylaşır mısın?

Dört yıla yakın Londra hayatım oldu. Daha sonra İstanbul geri dönüşle Orta Doğu’dan Avrupa’ya uzanan seyahatlerim oldu. Arthur Rimbaud şiirlerini cebime attım ve o şiirleri izleyerek sanırım bir seyyaha dönüştüm. Bu seyahatlerimde farklı şehirlerde uzun molalar verdim, yani başka şehirlerde de yaşamaya çalıştım. Bu aralar ise İstanbul’da yaşıyorum. Yabancı bir ülkede yaşamanın ne demek olduğunu anlatmak benim için zor, çünkü ben nereye gidersem oranın yerlisi gibi hissediyorum. İnanılmaz hızlı adapte oluyorum. Orta Doğu’da ya da Avrupa’da bir şehirde olmam fark etmiyor. Farklı kültürlerin içinde bile zorluk yaşamıyorum. Sanırım bunun nedeni büyürken iki farklı kültürün içinde büyümüş olmam. Annem Kıbrıs Limasollu, babam ise Türkiye Diyarbakır/Liceli. Bilmediğim dillerin konuşulduğu şehirlerde, belki günlük ihtiyaçlar konusunda ilk zamanlarda ayak uydurmaya çalışıyorum ama dili tam öğrenemesem bile zorluk yaşamadım. Bir de ben Diyarbakır’da büyürken de yabancıydım, yurtdışında bir yerde yaşarken de yabancıydım. Belki bu sebeple ters psikoloji metoduyla her yerin yerlisi gibi hissediyorum. Ben, dünyalıyım. Evet bilinen ve etrafta dolanan gerçekler var. Türkiyeli olunca batıda bir “dışlanma” durumu yaşanıyor. Fakat Türkiye’de de hem etnik kökenim, hem cinsiyetim, hem de savunduğum ideolojiden ötürü “dışlanan” olmaya alışık olduğum için yurtdışında karşılaştığım dışlamaları kabul etmedim ve yoluma devam ettim.

Paris-Beyrut Mutluluk Hattı’nda yazı ve fotoğraf tutkunu birleştiriyorsun. Yazı ile olan ilişkinden biraz bahseder misin?

Yazı, fotoğrafçılıktan daha önce hayatıma girdi. Oku emri aldıktan hemen sonra yaz emrini almış olabilirim 🙂 Hayal gücü fazla gelişmiş bir küçük çocuktum. Hep hayal kurardım. Zamanla bu hayalleri yazmaya başlamıştım. Ortaokul ve lisede kompozisyon yarışmalarından ödüller topluyordum. Daha sonra İstanbul’da yarıda bıraktığım ilk üniversitemde işletme eğitimi alırken, bir yandan o dönem Türkiye’de yayımlanan müzik dergilerinde çalışıyordum. Müzik, albüm, konser kritikleri yazıyor; müzisyenlerle röportaj yapıyordum. Daha sonra fotoğrafçılık girdi hayatıma ve fotoğraflarımı ana yemek olarak sunmaya başladım hayata. Fotoğraf hikayelerini ise sanki sofradaki mezeler, aperitifler gibi yazmaya başladım. Bir duyguyu, bir düşünceyi fotoğrafla ve yazıyla anlatmak benim için ideal iletişim biçimi.

Söz uçar, yazı kalır, fotoğraf belgeler.

Şehirlerle olan ilişkini gezmek olarak değil de, her gittiğin yerin yerlisi gibi yaşamak şeklinde tanımlıyorsun. Paris ve Beyrut’un yerlisi olmak arasında ne gibi farklar gözlemledin?

Beyrut’un Orta Doğulu yanına Frankofon tarafı eklendiği için çok büyük farklılıklar yerine benzerliklerine odaklandım. Sorunuzu okuyunca aklıma ilk gelen nedense bu iki şehrin yerli kadınları oldu. Beyrutlu kadınlar güçlü olmak için mücadele ederken Parisli kadınlar gücünün farkında olmanın rahatlığı ve soğukkanlılığındalar. Kitabımda bu iki şehrin fotoğrafları, oralarda yaşarken aldığım notlarda ise kültürel, toplumsal farklılıklara değiniyorum. Mesela Avrupa’da insanlar birbirini dinliyor, cevapları hazır olsa bile. Fakat Orta Doğu’da insanlar birbirini dinlemek yerine birbirinin tezini çürütecek cevaplar hazırlıyor karşısındaki konuşurken. Ne deli bir kodlamayla büyümüşüz, değil mi?

Diyarbakır’da doğmuş olman sana neler kattı?

Bu sorunu cevaplarken Diyarbakır güzellemesi yapmak için başlamıyorum cümleme. Herkesin memleketi en özeldir çünkü. Doğduğum ve büyüdüğüm şehir Diyarbakır. Rengi, sesi, barışı, kavgayı, taşı, toprağı, tadı, kokuyu orada tanıdım ben. Aile kavramını orada tanıdım. Çocukluk arkadaşlarını… Güzellik kadar çirkinliği, doğrular kadar yanlışları da orada tanıdım. Bana kattığı manevi değerlerle büyük onur duyuyorum. Her nefesimin politik olmasının sebebi Diyarbakırlı olmamdır fakat siyaset olgusuna hiç inancımın olmamasının sebebi de yine oralı olmamdan kaynaklanıyor. Bu, oradaki siyasi mücadeleden ötürü söylediğim bir sonuç değil. Siyasetin insanlara verdiği acıyı gördüğüm için buna inanıyorum.

Ben, mücadelenin daha sevgi ve uzlaşma odaklı olmasını savunan arsız bir hümanistim.

Mesleğinde etniğe veya cinsiyete dayalı ayrımcılık ile karşılaştığın oldu/oluyor mu?

Buna bağışıklık bile kazandım! Sadece mesleğimde değil, her adımımda karşılaştım ve karşılaşmaya devam edeceğim. İnsanlar, tanımlama çabasında çünkü. Kimsin, nesin, nerelisin, memen var mı, saçın uzun mu, bakire misin, bekar mısın ve daha bir sürü manasız sorulara cevap arıyorlar. Çünkü insanlar birbirinden korkuyor ve bir an önce birbirini tanımlamak istiyor ki zihnindeki raflar dağınık durmasın. Ben, bu korkularını manasız buluyorum.

İnsana, insan olduğu için selam vermeliyiz, sıfatları için değil.

Bunların üstesinden gelmek için ne yaptın/yapıyorsun?

Umursamıyorum. Yoluma, kendime, aynama bakıyorum. Eskiden çok üzüldüm çünkü. Yirmilerimin yarısı buna üzülmekle geçti. Benimle çalışmak isteyen markalar ve ajanslarla toplantıya gittiğimde bile siyasi görüşümü soranlar oldu. Siyasetçi akrabalarımla aynı görüşte olup olmadığımı soranlar bile oldu. Bir güne uyandığımda aynaya “günaydın ben Kürt bir kadınım” demiyorum sonuçta. Bu sebeple gün içinde de aklıma gelmiyor etnik kökenim veya cinsiyetim. Ben, iyi bir insan olayım, bu bana yeter.

18.11.2017, Istanbul – Ortaköy

Bizimle en sevdiğin fotoğrafını ve onun hikayesini paylaşır mısın?

Bir tanesini seçmek çok zor ama yakın zamanda beni mutlu ettiği için aklıma İstanbul, Ortaköy’de fotoğrafını çektiğim semazen arkadaşım Alper Akçay‘ın fotoğrafı geldi. Geçtiğimiz yaz, uzayda düzenlenen tarihteki ilk fotoğraf sergisinde gösterildi. Canlı yayında gösterimi izlerken gözyaşım titredi. Dünya dönüyor, görüyoruz, gökyüzünde, uzaklarda, çok uzaklarda, bir makinenin panelinde fotoğrafım evrene gösterildi. Çok romantik değil mi? Ve bu yüzden emin oldum:

Gelecek, romantiklere aittir.

Black Lives Matter hareketi Türkiye’de de büyük yankı uyandırırken, ülke içerisinde yaşanan olaylar pek dile getirilmiyor. Engelli ve eşcinsel olduğu için işkenceye maruz kalan bir gence pek destek çıkılmıyor örneğin. Toplum, sanatçılar vs. bir çok olaya duyarlı olmaya özen gösterirken, yanı başlarında gerçekleşen hukuksuz, insanlık dışı olaylarda neden sessiz kalmayı tercih ediyor sence?

Bahsettiğin dehşet üzücü olayda bilhassa sosyal medyada tepkiler çok yoğundu aslında. Dolayısıyla cezai yaptırımı da cinayet cezası boyutunda karşılığını buldu. Bir insanın katledilmesine mi, engelli bir bireyin suistimal edilişine mi, homofobik bir cinayet oluşuna mı vurgu yapmalıyız bu konuda acaba? O kadar berbat bir zehir karışımı ki, yalnızca bir cinayetten çok daha öte bir mevzu bu. Tıpkı kadın cinayetleri gibi… Sessiz kalınması konusunda seninle aynı fikirde değilim, hatta neredeyse ses çıkarma, hashtag paylaşımı, vs. bir “trend” olmuş durumda. Dostlar alışverişte görsün misali, duyarlı görünmek moda oldu. Bu, yine de iyi bir şey. Seni anlıyorum ama uzaktan bakılınca, ülkenin içinde çok daha büyük bir adım olması gerekiyor bu mevzular üzerine. Biz ne yazık ki hala emekleme aşamasındayız. Ayrıca zaten sessiz kalışlar daha çok ırk meselelerinde görünüyor, azınlık mevzularında ya da azınlık diye adlandırılan çoğunlukların hakları konusunda insanlar “siyasi” kıyılara yanaşmaktan korkuyor. İnsanları kötüler, insanlığı korkular öldürüyor yani nihayetinde.

Bize göndermiş olduğun otoportrelerinde seksi, vücuduyla barışık, cesur ve ihtiraslı bir kadın görüyorum. Sen kendini nasıl yansıtmak istedin?

Teşekkür ederim fakat bence benim cesaretim bu kadar kısıtlı değil 🙂 Hatta aksine bu fotoğraflarda kutsal memelerimi saklıyorum. Bedenim ürkek bir formda. Fotoğraf makinemin bedenimin bir parçası olduğunu hissediyorum kameralı karelerimde. Ve elimde elma tutuğum kare, haha! Elbette ben de hepiniz gibi Havva’nın gurur duyduğu kızıyım.

Kadınlar romantizmi, erkekler erotizmi sever. Bu sence doğru bir tespit mi? Kadın-erkek ayrımı yapmak doğru mu sence?

Romantizmi, erotizmin önünde tutan harika erkekler tanıyorum. Aynı zamanda erotizmi göbek adı bellemiş birçok berbat erkek de tanıyorum. Ben dengeden yanayım, romantizmin içindeki erotizmin gerekliliğine inanıyorum. Dolayısıyla tutku oluşuyor çünkü. Ne salt kadın ne salt erkek, ne de salt romantizm veya erotizm ayrımı yapmak bana göre değil.

Cinselliğe düşkün kadın Türkiye toplumunun büyük bir kısmı için ‘basit’ kadın anlamına geliyor. Bu algının değişmesi sence mümkün mü?

Tabii hiç kimse bir seksin sonucunda ortaya çıktığını hatırlamıyor 🙂 Düşkünlük her başlıkta tehlikeli bir olgu ama bir insanı basit sıfatına indirgeyecek kadar kimsenin kimseye haddi olduğunu düşünmüyorum. E bir de aynalama mevzusu var elbette, Mesnevi felsefesinden tut psikolojiye kadar gayet örneklenmiş bir metot. Sürekli tekrar ettiğim bir şey bu; insanlar, aynı zaman diliminde, ikiye ayrılır: kötü ve iyi. Cinselliğe düşkün insana yapıştırılan etiketlerin algısının değişmesi için herkesin cinselliğe iyice doyması ve cinselliği ön planda tutmayıp, normalleşmesi gerekiyor. Doğu toplumları için reforma denk gelen ütopik bir çözüm yani…

Son olarak muhtemelen beklenmedik bir soru sorumak istiyorum: Neden porno izliyorsun/izlemiyorsun?

Neden izlemeyeyim? 🙂 Şiddet, ensest, sübyan, hayvan, pedofili konuları içermeyen ve senaryoda doğal iletişimin, romantik bir bağ oyunculuğun olduğu porno izlemeyi seviyorum. Üstelik izlerken tahrik olmadığım, sadece beden ve sınırlar üzerine kafa yorduğum da oluyor. Bence özellikle ergenlik döneminde her gence bu konuda eğitim verilmeli. İnsanlar aşkın da seksin de sınırları üzerine genç yaşta eğitim görmeli. Hatta pandemi ile birlikte patlak veren ilişkilere şahit oldukça (benim de uzun süren son ilişkim pandeminin de psikolojimiz üzerindeki etkisiyle alabora oldu ama zaten daha öncesinde bizim taka su alıyordu ne yazık ki) ve pandemi ile başlayan yeni kısıtlı hayatlarımızda cinsel açıdan yoksunluk ya da uç aşırılıklarla dehşet tatminsizlikler içinde yaşayan insanların hikayelerini duydukça, gözlemledikçe; öncelik olmasa da Dünya Sağlık Örgütü’nün her kadına bir vibratör sağlaması gerektiğini düşünüyorum. Gülmeyin sakın buna, dalga geçmiyorum. Doğru dozda kullanılan vibratörün dişil enerjide dengeye ve kadınlık psikolojisi üstündeki yapıcı etkisine inanıyorum. Tabii ki bu ihtiyaca gelene kadar daha ne yazık ki çok daha elzem ihtiyaçlarımız var… Çok bilimsel ve rasyonel konuşmaya başladım. Saf ve beklentisiz sevgi de bu elzem ihtiyaçlarımızdan biri. İçimdeki romantiğe kadeh kaldırıyorum huzurunuzda! :)-

 

Röportaj: Berivan Kaya
Lektörlük: Jeyan İdil Aslan
Fotoğraf: Dilan Bozyel

Sonrakİ yazı

Müzİk & Dans

El Âlem Ne Derse Desin, O Bildiği Gibi: Karsu

Karsu ile Söyleşi

    Lust auf Lecker Newsletter?