adressarrow-left Kopiearrow-leftarrow-rightcrossdatedown-arrow-bigfacebook_daumenfacebookgallery-arrow-bigheader-logo-whitehome-buttoninfoinstagramlinkedinlocationlupemailmenuoverviewpfeilpinnwand-buttonpricesine-wavetimetwitterurluser-darwinyoutube
Dİl & Edebİyat

“Edebiyatın hayattan çok kopuk bir şey olduğunu düşünmüyorum.”

Meltem Gürle ile Söyleşi

Beethoven Şehri olarak da bildiğimiz Bonn’un güzel bir kafesinde randevulaştık Meltem Gürle ile. Kendisi bir akademisyen, edebiyat araştırmacısı ve yazar. Friedensplatz, yani barış meydanıymış kafenin bulunduğu yer. Nazi döneminde Adolf Hitler’in adını taşıyan bu meydana, daha sonra barış adını vermişler. Burada buluşacak olmamızın rastlantı olduğunu düşünmüyorum. Meltem Gürle’nin Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken, bir barış çağrısını imzalaması sebebiyle ,,Terör örgütü propagandası’’ iddiasıyla yargılanması geliyor aklıma. Almanya’da yaşıyor artık. BirGün gazetesinde yazdığı edebiyat yazılarının toplandığı bir deneme kitabı var. Kitabın adı Kırmızı Kazak. Deneme kitabı diyorum ama daha çok roman tadında bir anlatı. Edebiyat, çocukluk, hayat – her şey var içinde. 

Meltem Gürle ile kahve eşliğinde keyifli bir sohbet ediyoruz. Kırmızı Kazak, edebiyat ve kendisi hakkında sorduğumuz sorular yanı sıra, hangi burçtan olduğunu sormayı da ihmal etmiyoruz

Kırmızı Kazak denemelerinizden oluşan bir kitap. Fakat ben onu, başkahramanı Meltem Gürle olan bir otobiyografik roman gibi okumuştum. Bu, bilinçli yapılan bir şey miydi?

Aslında hiç bilinçli değildi. Çok sevdiğim bir gazeteci arkadaşım vardı. Bir edebiyat köşesi yazmam konusunda sürekli ısrar ediyordu, ama ben yazmaktan her zaman endişe duyan birisi olduğum için, hayır diyordum. Sonra, Oğuz Atay’ın ölüm yıl dönümü yaklaştığında, arkadaşım ,,Hadi artık. Oğuz Atay ile ilgili bir şeyler yaz. Sadece bir kereliğine yazacaksın. Bu zaten senin doktora tezi konun,’’ dedi. Beni zayıf noktamdan yakalamıştı. Ufak bir yazı yazıp gönderdim. Yazım yayımlandığı gün gazeteyi elime aldığımda, bir de baktım ki, yolladığım metni köşe yazısı formatına sokmuş, tepesine de internetten bulduğu bir fotoğrafımı yerleştirmiş. ,,Artık bir köşen var, yazacaksın’’ dedi. Böylece BirGün’de köşe yazmaya başladım. Bu yazılar, daha sonra bir kitap haline geldi. Daha uzun soluklu olanları seçmeye ve çocukluktan başlamaya karar verdik. Yazıları arka arkaya koyunca, böyle bir şey oluştu işte. Bir tür Bildungsroman (oluşum romanı) aslında – ki benim de çalışma alanım bu zaten.

 

Roman yazma fikrine nasıl bakıyorsunuz?

Ben bu denemelerimin bir kitap oluşturacağını bilseydim, korkudan yazamazdım. Köşe yazarlığı yaparken, tek tek yazdım bunları. Bir yandan disiplin gerektiren, öte yandan ise, sadece 500-600 kelime yazacağımı bildiğim için, rahatlık ve güven duygusu veren bir işti köşe yazarlığı. Fakat roman yazma düşüncesi o kadar korkutucu bir şey ki. Mesela klasik romanı ele alırsak, olaylar sonsuza kadar gelişebilir. Ruslar gibi çeneni tutamayıp, sayfalarca yazabilirsin. Roman çok uzun soluklu bir şey. Bunu düşünerek yazarsam, paralize olurum gibi geliyor. Ama birisi beni kandırıp, bir roman yazacağımı söylemeden derse ki, her gün bir buçuk sayfa yazacaksın, o zaman bir roman yazabilirim.

O zaman umudumuz, birilerinin gelip, sizi kandırmasından yana. Korkudan bahsettiniz. Kitabın giriş cümlesi şöyle: ,,Yazmaya o kadar geç başladım ki, hâlâ çok erkendi.‘‘ İlk hikayenizde de, yazma korkunuzun ilkokul birinci sınıfta, yani yazmayı öğrendiğiniz sene başladığını ifade ediyorsunuz. Tam olarak neyin korkusuydu bu?

İlk başta iyi olamama korkusu geliyor. Doğuda yazan biri olarak. Geç kalmış biri olarak. Çok iyi yazarlar okumuş ve onlardan korkmuş, onların büyüklüğü altında ezilmiş biri olarak. Ve bir kadın olarak. Kadınlar yeterince iyi olmadıkları fikriyle donanıyorlar. Ortaya çıkmak ve ,,ben varım’’ ve ,,ben buyum’’ demeleri erkeklerden çok daha güç. Bu, elbette ki genel bir bakış açısı, fakat kendi açımdan durum böyle. Bunları göz önünde bulundurarak yazmaya başlamak çok zor. Yazdığım şeyin yeterince iyi olamayacağını düşünmek korkutucu bir şey. Ve daha da korkutucusu, yeterince iyi olmadığını anlamayıp, onunla ortaya çıkma tehlikesi. Bu, bir tür perfeksiyonizm gibi görünebilir ama değil aslında. O kadar iyi yazarlar var ki. İnsan, Kafka okuduktan sonra nasıl yazsın?

,,Aylaklığa Giriş’’ hikayenizden alıntı yapıyorum: ,,Bir süre sonra, özgürlüğün sandığım gibi büyük bir hediye değil, ağır bir yük olduğunu öğrenecektim. Ama bunun için henüz erkendi.’’ Özgürlük, sizin için ne zaman ve neden yük olmaya başladı?

Ergen bir çocukken en büyük arzum özgür olmaktı. Beklemeye başladım çünkü biliyordum ki on sekizimde üniversiteye başlayacağım ve başka bir yere gideceğim. O gün geldiğinde ise, o özgürlük birden kucağıma düştü. Sonra, özgürlüğün korkunç bir şey olduğunu fark ettim, çünkü kimse bana ne yapmam gerektiğini söylemiyordu. Her şeye kendim karar vermek zorundaydım. Hem karar vermenin sıkıntısı, hem de yanlış kararlar vermenin ağırlığı vardı. Ağır bir sorumlulukla beraber geldi özgürlük. O yüzden siyasi hayatta da, özgürlüğü bir an evvel sırtımızdan defetmeye çalışıyoruz çoğu kez. Bizim adımıza karar verecek iktidarlara doğru koşabiliyoruz. Kolay olana koşuyoruz aslında. Mutluluk ile özgürlük her zaman aynı pakette gelmiyor. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’inde söylediği gibi ,,Sonunda özgürlüğü ayaklarımızın dibine sererek, “köleliğe razıyız, tek doyurun bizi!” diyecekler‘‘. Fakat son cevabım şu: Özgürlükle önce cebelleştim, sonra onu taşımayı öğrendim. Kimseye vermem özgürlüğümü.

İş Defteri’nde ,,Çocukken çenemi pek tutamazdım’’ diyorsunuz. Bir taraftan yazmaya başlamaya cesaret ederken, öte taraftan sessizleşmeye mi başladınız?

Gördüğün gibi pek sessizleşmemişim. Hâlâ konuşuyorum, belki de çok konuşuyorum. Çocukken, sokakta çenemi tutamadığım için hırpalanıyordum. Yanlış şeyler söylüyordum muhtemelen. Sonrasında, okumak beni kurtardı, bana başka bir dünya açtı. O dünyayla beraber, daha içe dönük, daha yalnız bir çocuğa dönüştüm.

Kitabınızda edebiyat tarihinin önemli eserlerini ele alıyorsunuz ve bunları, gündelik hayatınıza dair ayrıntılar veya anılarınız üzerinden anlatıyorsunuz. Yazdıklarınızla ne aktarmak istiyorsunuz?

Edebiyatın hayattan çok kopuk bir şey olduğunu düşünmüyorum. Yazarken, bunu anlatmaya çalışıyorum. Edebiyat, benim hayatı öğrenme yöntemimdi. Yaşamımdan ayrıntılarla, edebiyat ve hayatın bağını gösterirken, başkalarının da kendi hayatları ile edebiyat arasında bir bağ kuracaklarını hayal ediyorum. Başkaları, benim yazdıklarımla bir bağ kurduklarında da çok mutlu oluyorum tabii ki.

Boğaziçi Üniversitesi’nde ders verdiğiniz zamanlardan da bahsediyorsunuz Kırmızı Kazak ta. Öğrencilerinizle olan ilişkilerinize değiniyorsunuz. Almanya’daki öğrencilerinizle aranız nasıl? Türkiye’deki öğrencilerinizi özlüyor musunuz?

Türkiye’deki öğrencilerimi çok özlüyorum. Onlarla çok sıcak bir ilişkimiz vardı. Dersler hep kantinde birlikte kahve içerken sonuçlanırdı. Almanya’da öğrenci ve öğretmen arasında oldukça büyük bir mesafe var. Ama burada da ders vermekten keyif alıyorum. Mesela, verdiğim derslerden biri Birleşmiş Milletler gibiydi. Brezilyalılardan Ruslara, Almanlardan Çinlilere kadar, dünyanın her bir tarafından gelen öğrenciler vardı. Hararetli tartışmalarla geçen müthiş bir dersti, çünkü aynı kitaba verdikleri tepki çok farklı olabiliyordu. Ben de çok şey öğrendim, onlar da öğrendiler. Dersin sonunda yanıma gelip, bana teşekkür eden öğrenciler oldu, ama kimse kahve içmeyi teklif etmedi.

Türkiye’yi özlüyor musunuz yoksa buradaki yaşantınızdan memnun musunuz?

İkisinin de cevabı evet. Ama o özlediğim Türkiye, kafamda her düşündüğümde yeniden kurguladığım bir anı mı, yoksa gerçekten Türkiye’nin kendisi mi, bilmiyorum. Türkiye çok hızlı değişiyor. Hâlâ bıraktığım ülke olup olmadığından emin değilim. Arkadaşlarımı ve ailemi tarif edemeyeceğim kadar çok özlüyorum. İnsanlarla aynı şeye gülmeyi özlüyorum. Bazen Boğaz’ı özlüyorum, hatta rüyamda görüyorum. Ama buradaki hayatıma alıştım.  Bonn’u çok seviyorum. Eşimle birlikte buraya geldiğimizden beri çok sıcak karşılandık. Şikâyet edemem kesinlikle.

Memleket (haymat) terimi size ne ifade ediyor?

Tam da bu konuyla ilgili bir kitap okuyordum şu arada. Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat adlı kitabında Edward Said’ten yaptığı bir alıntıyı okumak istiyorum: ,,Memleketini güzel bulan insan, daha yolun başındadır. Her yeri kendi yurdu gibi gören insan, güçlüdür. Ama bütün dünyayı yabancı bir ülke gibi gören insan, mükemmeldir.’’ Devamı ise şöyle: ,,Yolun başında olan ruh, sevgisini dünya üzerinde tek bir noktaya sabitlemiştir. Güçlü insan, sevgisini her yere yaymıştır. Mükemmel insan ise, sevgisini söndürmüştür.’’ Ben yurdumun güzel olduğunu düşünerek ayrıldım yurdumdan. Dolayısıyla, insanın bilgeleşmesi aşamasında en alt basamaktaydım. Şu an, birinci aşamadan ikinci aşamaya geçer gibiyim. Artık bir evimin olmaması ve vatanımı kaybetmiş olmam canımı çok yakıyor, çünkü bunlarla birlikte sevdiklerimi de kaybettim. Bu, bir kayıp ve yas duygusu getiriyor. Ama bir taraftan da, dünyaya bakıp şöyle diyorum: Dünyanın her yerinde iyi insanlar var ve yeni bir hayat kurmak zor olsa da mümkün.

Almanya’ya yerleştiğinizden beri ne gibi alışkanlıklarınız değişti?

Artık bir şeyler ters gidince, şikâyet ediyorum. Çok acayip, çünkü Türkiye’de her şey her zaman ters gider ama kimse şikâyet etmez. Örneğin Türkiye’de, otobüs gelmeyince, otobüs gelmemiştir, o kadar. Çünkü otobüs zaten belki gelen bir şeydir. Hayatımız böyle olasılıklar üzerinden gider. Mesela, bugün burada otobüs dakikasında gelmediği için sinirlendim ve çok ,,Alman’’ bir tepki verdim. Demek bi, buraya uyum sağlamışım. (gülüyor)

Almanya’ya gelirken nasıl bir beklentiniz vardı?

Çok büyük beklentilerle gelmedim. Benim gibi birçok insan, bir barış çağrısını imzaladığı için, Türkiye’deki akademik hayattan koparılıp atıldı. Ben istifa ettim fakat arkadaşlarım görevlerinden uzaklaştırıldı. Beklentim, yeniden ders verebilmek, akademik hayatta var olabilmek ve hayatta kalabilmekti. Böyle söyleyince çok dramatik oluyor ve kendimi kötü hissediyorum, çünkü benden çok daha zor koşullarda buraya gelen arkadaşlarım var. Onlara haksızlık etmek istemiyorum.

Almanya’da sizi zorlayan şeyler neler?

Yazmak ile arama mesafe girdi. İnsanın evini kaybetmesi, belki okuyucusunu da kaybetmesi anlamına geliyor. Köşe yazarlığı yaparken, öğrencilerimin ve arkadaşlarımın yazılarımı okuduğunu biliyordum. Dolayısıyla, onlara yazarmış gibi yazıyordum. Burada, beni kimin okuyacağına ve hangi dilde yazmam gerektiğine dair hiçbir fikrim yok. Almanca’yı belli bir yere kadar konuşuyorum. Fakat sosyal hayat yine de zor geliyor, çünkü Almanca’da kendimi çok iyi ifade edemediğim için, çocuklaştığımı hissediyorum. Aslında derinlikli ya da manalı konuşabilecekken, birden kendimi çok basit cümlelerle saçma sapan şeyler söylerken buluyorum. Dilimin incelikleri yok oluyor, şakalarım yok oluyor. Bu, bir tür insanın kimliğini kaybetmesi.

Kırmızı Kazak’ta dedenizden bir alıntı yapıyorsunuz: ,,Otomobiller ile romanların iyisi, hızlı ve parlak olanlardan değil, zamana direnenler arasından çıkıyor.” Zamana direnmeyi çok iyi şekilde başarmış bir roman tavsiye edebilir misiniz bize?

Alman okuyucunun da ilişki kurabileceği bir Türk klasiği önermek isterim. 2016’da Almanca’ya da çevrilen Oğuz Atay’dan Tutunamayanlar bir Türk klasiğidir ve her zaman da öyle kalacaktır. Orada, beklemedikleri başka bir Türkiye ile karşılaşabilirler.

Bonus: Kırmızı Kazak’ta karşılaştığımız Meltem Gürle, başkalarını kıramayan, çocuk yaşta çok geniş bir hayal gücüne sahip olan, geçmişine çok bağlı, onu bir bavul gibi peşinde sürükleyen ve oldukça ince düşünceli ve hassas biri. Meltem Gürle, balık veya yengeç burcu mu? (Bir astroloji meraklısı olarak, bu soruyu sormasam, olmazdı.)

Yengeç burcuyum 🙂

Yazı: Berivan Kaya
Fotoğraf: Nathan Dreessen

 

Sonrakİ yazı

Müzİk & Dans

Akustolia ile nostalji tadında bir gece

    Lust auf Lecker Newsletter?