“Oraya gitme, şimdi değil!” diyor bir arkadaşımın sesi kafamda. Ama şimdi oradayız: Türkiye’de. Buraya doğru olan yoldaki diğer ülkelerde turisttik. Ama artık değil.
Ne zaman Türkiye’ye gelsem bir çeşit utanç duyarım, arkasından da vicdan azabı gelir. Bu sefer bu his çok daha güçlü ve birazdan anlatacağım hikayeyi düşündürüyor: genç bir anne çocuklarından birini vermek zorundadır; çünkü çok fazla çocuğu vardır ve hepsiyle ilgilenemez. İnanır ki çocuğu daha iyi gelirli bir ailede daha iyi yetiştirilecektir. Ama çocuk annesine tutunur ve her yıl en az bir kere annesini ziyaret eder. Her ziyaretinde annesi onun ne kadar geliştiğini mutlulukla izler. Yine de birbirlerine tam olarak ısınmazlar, hatta aksi olur. Bir noktadan sonra çocuk artık yetişkin olur ve ziyaretler git gide azalır.
Bu sırada köyde daha kötü şeyler olmuştur: yaşlı anneye saldırılmış ve tehdit edilmiştir. Hala biraz şokta olsa da şartlara göre iyi durumdadır. Bu hikayedeki çocuk benim aile tarihim ve yaşlı kadın da eski vatanımız, Türkiye.
Babamın doğum yeri Yeşilsırt köyü, artık resmi olarak bir köy değil, onun yerine Tekirdağ’ın bir semti oldu, 1 milyon nüfuslu bir yer. Oraya giden yollar artık asfalt. Babam eskiden o yollarda kağnı arabası hızıyla gider ve dopdolu Mercedes’in dibi yere vurdukça küfrederdi. Artık geçen arabalardan taş gelir mi diye korkmaya gerek yok. Hayat kalitesi son yıllarda artmışa benziyor.
Dedem Salih eşi Güldane ile burada yaşıyordu. Güldane 12 çocuk doğurdu dedeme, bunların altısı çocuk yaşta öldü, dördü hala yaşıyor. Mehmet Ali amca bunlardan biri, babama çok benziyor, sadece biraz daha kara ve kırışıklıkları fazla.
Küçüklüğümden beri Mehmet Ali amcayı da dört çocuğunu da tanırım; Hakan, Gökhan, Birol ve Erol. Artık onların da kendi aileleri var ve Mehmet Ali 12 torunlu gururlu bir dede. Birlikte hayvancılık ve tarımla ilgili bir aile şirketleri var. 300 koyun, 120 keçi, 30 inek, birçok tavuk, köpek ve 1000 hektar üzerinde tarım alanı. Ekonomik olarak durumları gayet iyi, köydeki birçok kişiye göre çok daha iyi.
Tam ne zaman varacağımızı söylemediğim için ziyaretimiz sürpriz oluyor. Kuzenlerimin eşleri bana ‘siz’ diye hitap ediyorlar ve bu sırada çok içten ve nazikler. Hemen biri incir ağacının altına büyük bir kamp masası kurup, üzerine bir örtü atıp etrafına sandalyeleri koyuyor. Bir başkası çay ikram ediyor. Kısa bir süre sonra sofrada harika kokan, malzemeleri kendi sebze bahçelerinden olan yemekler konuyor. İnanılmaz lezzetli!
Çiftlik, çocukluğumdan hatırladığım gibi; hala saksı yerine aynı teneke kutular, aynı düz tek katlı kerpiç evler. Ama bir şey değişmiş; artık yaşam alanında bir tuvalet var! Önceden tahta bir kulübede yerde bir deliğe sıçılır, derede yıkanılırdı.
Mutfakta görev dağılımı
Eskiden traktörün konulduğu yerde şimdi büyük bir mutfak var. Bir kadının bayağı bir işi var şu an burada. Ter alnından damlıyor, normalde beyaz ten rengi şu an kıpkırmızı. Başörtüsüyle, dinsel bir motivasyona göre daha çok pragmatik, tam bir çiftçi karısına benziyor. Bu gün sıradaki o. Bir sürü sineğin dışında mutfakta yalnız. Evlilikle aileye gelen kadınlar ev işlerini günlük bir düzende değiştiriyorlar.
Burada hala ekmek evde yapılıyor, şeftali ve incir reçeli evde pişiriliyor. Hatta Birol bal üretiyor. Bir süre önce gelinlerden biri iki çocuğunu alıp aile evine dönmüş. “Köydeki hayat ona göre değildi” diyor teyzem.
Kadınların hayvan ve tarım işlerinde yardım etmemelerinin pragmatik nedenleri var: fiziksel iş ağır. Keçiler her gün elle sağılıyorlar, sadece ineklerin sağılması bir kaç yıl önce otomatikleştirilmiş. Birbirleriyle geçinme biçimleri kaba, hareketlerinde ve davranışlarında, yüzlerinde ve ellerinde hayatın zorluklarını görebiliyorsunuz.
Köy sevgisinin sonu
Avluda kadınlar ağırlıkta. Bir taraftan erkekler tarlada, hayvanlarla ya da kahve de oldukları için; bir taraftan da 12 torunun yedisi kız olduğu için. Torunlar, bunların bazıları ergenliklerinde, bana saygıyla Atilla Amca diyorlar. Bana biraz abartı geliyor. Berlin’de normalde hep isimle hitap ediliyor, bazen hatta kendi çocuklarınız tarafından, burada bu düşünülemez bir durum.
Onları son gördüğümde çok daha küçüklerdi, kim kimdir ayırmakta zorlanıyorum. Genç kızlardan üçünün okumak istediğini duyunca pozitif bir şekilde şaşırıyorum. Şimdiye kadar Mehmet Ali Amca ve çocukları için hepsini becerikli çiftçiler ve iyi ev kadınları olarak yetiştirmenin yettiğini düşünüyordum. Ama köyde yaşayanların, hayvancılık ve tarımla ilgilenenlerin sayısı git gide azalıyor. Tarlada iş ağır ve verdikleri az. Böylelikle küçük aile şirketleri git gide kapanıyor, onlarla beraber de benim köy yaşamı hakkındaki romantik düşüncelerim.
Yerin kulağı vardır
Mehmet Ali’nin torunlarından en büyüğü umursamıyor. Bu köyden veya yakın köylerden biriyle evlenirse onu nasıl bir hayatın beklediğini biliyor. “Hayır, ben evlenmek istemiyorum, burada herkes çok sınırlı düşünüyor!” diyor buradaki genç erkeklerle ilgili. Ama 20 kilometre uzaktaki Tekirdağ’dan bir damat adayıyla tanışma ihtimali düşük. Genç kızların dışarı çıkmak için çok az şansı oluyormuş, şikayet ediyorlar. Tam aralarından biri bunu söylerken arkadan ona bir ıslık geliyor, ‘yerin kulağı var’ demek bu gizlice. Aslında kastedilen arkadaki, 8 yaşındaki, biraz gürbüz bir kız. Tepelerin arasından olan sallantılı gezintimizde bir anda bir sessizlik oluyor. Böyle şeyleri yüksek sesle söylemeye alışık değiller, ‘özgürlüklerini istemekte’ diye düşünüyorum kendi kendime.
Amcam ve ailesi ekstra dindar değiller aslında, cuma namazında onları nadiren görürsünüz, en fazla bayramlarda. Onlara dikkatlice darbe denemesi hakkında soruyorum, sadece tarım ve hayvancılıkta azalan devlet desteğinden şikayet ediyorlar. Onun dışında pek ilgilerini çekmiyor. Futbol dışında, erkeklerin hepsi Beşiktaşlı.
Et ve ölüm
Geçici olarak çitlerle çevrelenmiş bir otlakta, ağaçların gölgesinde Gökhan bir anda bir keçi yavrusunu arka bacaklarından kaldırıyor. İnsan gibi çığlık atıyor. Biz, misafirler, dikkatle dinliyoruz, meraklı gözlerle bakıyoruz ama kimse birazdan ne olacağını bilmiyor. Benim sadece minik bir fikrim var. Beş yaşındaki çocuğumuzun da anlaşılan. Gökhan -bize sormadan!- çocuklarımızı çağırıyor. Onların da görmesi gerektiğine karar vermiş. Oğlumuz kaçıyor. Güvenli bir mesafede duruyor. Kız arkadaşım karşı çıkıyor, arkasını dönüyor ve üç yaşındaki kızımızı tutmaya çalışıyor. Kıyımı görmek istemiyor, özellikle çocuklarımızın görmesini istemiyor. Bense çocukların kendi karar vermeleri gerektiğini düşünüyorum. Sonra her şey çok hızlı oluyor. Beş yaşındaki oğlumuz önce gözlerini kapıyor, sonra ama bakıyor. Gökhan keçi yavrusunu yere yatırıyor. Şimdi çok sakin, kaderini kabul etmiş gibi, sanki son saati olduğunu biliyor gibi.
“Yaşam ve ölüm hayatın bir parçası. Et yemenin ne demek olduğunu öğrenebilirler.” diyorum kız arkadaşıma, onu aynı zamanda kendimi de sakinleştirmek için. Keçi yavrusunun gözleri kocaman açık. Ağızından nefes alıyor. Kızımız merakla yanına yaklaşıyor. Ben onun sezgilerine güveniyorum ve bir çok çocuğun bu yaşta bunun gibi tecrübeleri bir çok yetişkinden daha iyi sıralayabileceklerini düşünüyorum. Belki de cesaretini etrafındaki sakin çocuklardan alıyordur, o çocuklar için hayvan kesimi gülük hayatın bir parçası. Gökhan bıçağı kürklü boynun üzerine koyuyor ve kesiyor. Hayvan bir kaç kere seğiriyor sonra da sakince yatıyor, gözleri hala açık. Kanı toprağa karışıyor. Bir noktada çocuğumuz; ‘Şimdi diğer yavruların yanına gitsin.’ diyor. Onu kucağıma alıyorum ve bunun neden zor olduğunu açıklıyorum.
Birol devralıyor. Keçi yavrusunu baş aşağı bir ağaca asıyor, becerikli bir şekilde alıyor ve derisini yüzüyor. Bu akşam ızgara şiş olacak, köyden sipariş.
Gökhan çoktan eşeğe semerini koydu ve sallana sallana gün batımına doğru gidiyor. 400 koyun ve keçi ve yarım düzine büyük beyaz Sivas kangalları ona ufka doğru eşlik ediyor. Çanlar çalıyor, sürü toz kaldırıyor. Büyük çocuğumuz heyecanlı, illa o da gitmek istiyor, aynı benim de eskiden istediğim gibi. Bu manzarada dedemin sözleri aklıma geliyor, Almanya’ya olan tek ziyaretinde, seksenlerde babama söylediği sözler:
“Oğlum, davetin için teşekkür ederim; ama ben koyunların melemedikleri bir hayat hayal edemiyorum.”
Çeviri: Yonca Lina Çopuroğlu