adressarrow-left Kopiearrow-leftarrow-rightcrossdatedown-arrow-bigfacebook_daumenfacebookgallery-arrow-bigheader-logo-whitehome-buttoninfoinstagramlinkedinlocationlupemailmenuoverviewpfeilpinnwand-buttonpricesine-wavetimetwitterurluser-darwinyoutube
Toplum & Hİkayeler

Ah, gönlümde iki kültür yatıyor

Neden Türk ve Alman tarafı arasında seçim yapmaya zorlanmamamız gerektiği hakkında
renk.PRINt

Son sınıf Almanca dersinde Goethe’den Faust I okumamız gerekiyordu. Okulda okunanları genellikle sıkıcı bulurdum ama şaşırtıcı bir şekilde oyun bu sefer beni heyecanlandırmayı başardı. Bugüne kadar klasik edebiyatla pek de ilgilenmemiş ve birden Alman edebiyatının temel eseri olarak nitelenişi nadir olmayan bir parçadan etkilenmiş bir göçmen çocuğu… Neden o kadar heyecanlandığımı bilmiyorum. Belki kahramanın parçalanmış ruhuyla çatışmasıydı ilgimi çeken. Asla Almanlara özgü denemeyecek, hatta Türkiye’den göçenlere fazlasıyla tanıdık gelebilecek bir ikilem, çünkü taraflardan birinde karar kılmak bizim mirasımız. Gerek vatandaşlık, gerek hangi politikaların bizi daha çok ilgilendirdiği, gerekse hangi kültürel geleneklere değer verdiğimiz; sürekli olarak parçalanmışlığımızın bilincindeyiz. Taraflardan bir tanesine bağlanmalı ve diğerini iyisi mi mümkün olduğunca hızlı bir şekilde bastırmalıyız. Ama bu gerçekten yapılmalı mı? Herhanngi bir seçim yapmadan toplumun parçası olamaz mıyız?

Tartışma Türkiye’den göçün 56. yılına rağmen daha güncel olamazdı

Aslında bu konu çoktan tedavülden kalkmalıydı. Kimsenin, kimin kendini nasıl veya ne olarak tanımladığı veya hangi vatandaşlığa sahip olmak istediğiyle sorunu olmamalıydı. Ama maalesef benim neye karar verdiğim henüz tamamen önemsiz değil. Bu yüzden bugün bunlar hakkında konuşmak hâlâ çok önemli, Türk konuk işçiler için iş alımı anlaşmasının üzerinden 56 yıl geçmiş olmasına rağmen. AfD her gündeme geldiğinde, Mesut Özil Almanya milli marşına eşlik etmediği için eleştirildiğinde, Gauland Anadolu’daki insanları “arıtmak” istediğinde, CSU evde Almanca haricinde bir şey konuşulmaması gerektiğini desteklediğinde veya Erdoğan Türk diasporasını kendi hedefleri için kazanmak uğruna Türk milletinin bir parçası olarak biçimlendirmek istediğinde bizim için aşikar olan şu: Kimliğin ne olduğuna verilen cevap nüfus cüzdanındaki “uyruk” bölümünde bulunmuyor kolay kolay.

Can Dağarslanı – Identities

Baskı merkezden geliyor

Arkadaşlarımın çoğu günlük hayattaki ırkçılıktan veya çifte vatandaşlığın reddedilmesinden bahsettiğimde şaşırıyor. Çoğunlukla Türkiye kökenli vatandaşlara karşı önyargıların yalnızca yaşlı, tutucu insanlardan veya AfD seçmenlerinden geldiği sanılıyor. Şaşırtıcı şekilde bu konuyu keşfedip bunun üzerinden kamuoyu oluşturmaya çalışan genç insanlar giderek artıyor. Örneğin gençlik örgütlenmesi Junge Union’un genel başkanı Paul Ziemiak birkaç ay önce çifte pasaport uygulamasından geri dönülmesine ilişkin kararı destekledi ve aynı zamanda Türkiye’den göç geçmişi olan insanların artık tek bir kültürü kabul etmelerini talep etti. Kimlikçi hareket dahilindeki genç insanlardaki artışın netleştirdiği üzere ayrımcılık toplumun kıyısında köşesinde kalmış bir olgu değil.

Sadakat ve egemen kültür: Uzun bir geçmişin kalıntıları

Göçmenlerin Almanya’ya olan sadakatinden sürekli olarak şüphe duyuluyor ve göçmenler Alman ve Türk kültürü arasında bir karar vermeye itiliyor. Ancak, tek bir şeyden fazlasına bağlı hissetmenin de mümkün olduğunu gözden kaçırıyoruz. İnsanın pekâla en sevdiği iki yemek, en sevdiği iki film veya iki renk ve hatta iki kültürel kimliği olabilir ve burada bir çelişki yoktur. Sonuçta ekmeğime ara sıra reçel sürmeyi sevsem de kimse benim fındık ezmesine olan sadakatimi eleştirmiyor.

Çifte vatandaşlık tartışması bu karar ikilemine ilişkin güzel bir örnek, sonu gelmeyecekmiş gibi yıllardır sürüyor. Üstelik sıklıkla kendi “bölünmüşlükleri” için bir şey yapamayacak insanlar adına tartışılıyor, sonuç olarak kimse kendi doğum yerini seçemez. Durumu daha da zorlaştıran, vatandaşlık konusunda çoğunlukla bariz bir çifte standardın hüküm sürmesi. İnsanlar Avrupa veya ABD kökenli oldukları sürece sadakatleri sorgulanmıyor. Türkiye’den göçenlere ise sıklıkla fırsatçı yaftası yapıştırılıyor: Onlar çifte vatandaşlığı yalnızca avantajlardan yararlanmak için isteyebilirler. Peki aynı zamanda hem ABD hem Almanya vatandaşı olanlar neden bunun için mazeret göstermek zorunda değil? Halbuki çifte vatandaşlık birçok göçmen için sadece kâr maksimizasyonundan ziyade kimliklerinin çeşitliliğini gösteren bir ifade.

Medeni ile barbar

Daha da kötüsü egemen kültür anlayışı. Adı üzerinde egemen, bir kültür liderlik ederken diğerleri onu izliyor. Herkesin kendini ona göre yönlendirdiği bir üst kültür gerçekten gerekli mi? Anayasa, birlikte yaşamanın temeli olarak neden yeterli gelmiyor? Sorun şu ki kaynağını Hıristiyanlıktan almayan her kültür böylece değersizleştiriliyor; uygar batı ve geri kalmış doğu ayrımı gözetiliyor. Kafalarımızdaki bu uçurum o kadar derin ki, üzerine onu aşacak bir köprü inşa etmek mümkün değil. 

“Medeni”, “kültürlü” ve “rasyonel” gibi kavramları otomatik olarak Batı kültürüyle özdeşleştirirken Doğu kültürlerini “vahşi”, “barbar” veya “tehditkâr” olarak algılıyoruz. Tabii ki küreselleşen dünyamızda son yıllarda şu da oluyor: Hatrı sayılır ölçüde kültürler arası diyalog artışı yaşanıyor, zihnimizdeki sınırlar giderek yok oluyor, yine de henüz hedefe gelmiş sayılmayız. Goethe, Thomas Mann ve Günter Gras önemli yazarlardı ama benim için Nazım Hikmet, Orhan Pamuk ve Orhan Veli de bir o kadar büyük öneme sahip. Alman bestecilerin rolü belki çok büyük evet, ama benim için Anadolu rock, Barış Manço ve Tarkan’ın rolleri de öyle ve hatta bir ölçüde bende daha büyük iz bıraktılar. Türk kültürü birçok kişinin düşündüğünün aksine sadece “karışık döner*”e indirgenemeyecek kadar karmaşık. Neden Alman kültüründen daha değersiz olsun? Egemen kültür ve üstünlük duygusu yerine, kültürlerin eşit muamele gördüğü bir yan yana varolma hâli çok daha anlamlı olurdu ve daha iyi, daha kapsayıcı bir birliktelik doğurabilirdi.

Almancı mı yabancı mı?

 

Maalesef durum Türk tarafında da daha iyi görünmüyor. Örneğin babam, bana köklerimi hatırlatmaktan asla vazgeçmez. Ona karşı çoğunlukla bir tür suçluluk duygusu besliyorum. Beklentilerini asla karşılayamamaktan ve onun için fazla “Alman” kalmaktan korkuyorum. Geleceğe dair en büyük isteği bir gün bizimle tekrar Türkiye’ye dönmek. Türkiye’de yetişmiş ve hayatının önemli bir kısmını orada geçirmiş bir konuk işçi için bu anlamlı olabilir ancak benim için Almanya’da yaşamak geçici bir çözüm değil. Ben burada doğdum ve her ne kadar Türkiye’de olmak da evimde hissettiriyor olsa da, İstanbul’un dar sokakları arasında gezinmeyi sevsem ve Boğaz’a karşı çay içmekten daha güzel bir şey hayal edemesem de, birçok arkadaşım ve akrabam orada olsa da benim hayat hikayemin büyük bir kısmı burada geçti, doğduğum ülkede; ve anne babamın daimi sıla hasreti bu durumu değiştirmiyor.

Yaz tatilinde Türkiye’deki tanıdıklarını ziyaret eden herkes tekrar tekrar sorulan şu meşhur (!) soruyu muhtemelen bilir: “Almanya mı daha güzel, Türkiye mı?” Asla tatmin edici bir cevabımın olmadığı ve tecrübelerime dayanarak doğru bir cevabı olmadığını en azından hissettiğim, kolay kolay cevap verilemeyecek bir soru. Türkçe’min aksansız olmayışı alay konusu olduğunda veya akrabalar anne babamı çocukların Türkçesi neden daha iyi değil diyerek kızdırdığında ve insan, kendi kültürünü ihmal ettiği için vicdan azabı çektiğinde durum daha da nahoş bir hâl alıyor. Ve içimi yeniden tam olarak ait olamama endişesi kaplıyor.

Belki de çözüm arayışına kendimizden başlamalıyız. Çocukken çok uzun bir süre Türk kimliğime ait olan birçok şeyden utandım. İnsanların arasında anne babamla Türkçe konuşmak mı? Bir şekilde rahatsız edici. Türkçe kitaplar okumak mı? Niye ki?

Babamın kırık Almancası da arkadaşlarımın önünde acı vericiydi benim için. Dikkat çekmemek, “normal” olmak istiyordum sadece, bunun anlamı mümkün olduğunca az yabancı olmaktı. Ama bu yanımı bastırmayı ne kadar denersem o kadar rahatsız hissediyordum. İnsan bir yanının varlığını öyle kolay kolay reddedemiyor. Göçmen ailelerin üçüncü veya dördüncü nesline mensup birçok tanıdığım benzer sıkıntılar yaşıyor. Ya az “Alman”ız ya da yeterince “Türk” değiliz. Bakış açımı değiştirebilmem çok uzun zaman aldı. Zamanla çift kimlikli olmanın kusur olmadığını fark ettim. Çift dilli büyüdüm ve evde konuşulan dilden dolayı zaten diğerlerinden bir dil fazla konuşuyordum. Bu önemli bir avantaj. Her iki dünyanın da en iyi yönleri bana açık, ister yemek, kitaplar, müzik olsun ister genel olarak farklı yaşam tarzları. Hatta birden fazla memleketim bile var. Belki de bu olumlu yönlerden daha sık bahsetmeliyiz. Ne olursa olsun benim kitap rafımda Goethe’nin Faust’u ile Oktay Rifat şiirleri ve Aras Ören’den Niyazi’nin Naunyn Sokağında İşi Ne? yan yana duruyor.

Babam Almanya’ya 1964’te geldi, 2017’de aynı tartışmalar hâlâ sürüyor

Almanya onlarca yıldır göç alan bir ülke. Buna rağmen hâlâ geriye dönük kategorilerle düşünülüyor. Artık, çeşitliliğin geçerli bir kimlik göstergesi olarak kabul edildiği bir toplum olmamıza olanak sağlayan yeni bir kültürel kimlik yaklaşımına ihtiyacımız var. Her iki taraftaki çekişme kimseyi ileri taşımıyor, çünkü ben ne biri ne de diğeriyim. İkisi de benim ve iki taraftan biri olmadığında benim kişiliğimi oluşturan, benim bu kişi olmamı sağlayan bir şeyler eksik kalıyor. Kendini bir karar vermek zorunda hissetmek şu yüzden var: Kimlik her şeyden önce iki karşı kutup arasındaki bir karar sorunu olarak tanımlanıyor.

Gelecekte de insanlar başka ülkelerden Almanya’ya gelecekler ve kaçınılmaz bir şekilde toplumun onu zenginleştiren bir parçasını oluşturacaklar. Artık “biz” ve “onlar” ayrımı gözetmeyi bırakırsak, gelecek kuşaklar kökleri veya anne babaları nerede olursa olsun bu toplumun eşit muamele gören birer parçası olarak yetişebilirler. Ben şahsen Alman-Türk hissediyorum. Bir gün artık açıklama yapmak zorunda kalmadığımda daha da iyi hissedebilirim.

__

Yazar: Barış Yüksel
Fotoğraflar: Can Dağarslanı / Identities

renk. Print yazılarının ve fotoğraflarının konseptiyle ilgili açıklama:
Fotoğraflar, bağımsız çalışmalardan alınmıştır ve fotoğrafların yazılarla bir alakası yoktur. Ancak bunları niyetli bir şekilde yanyana koyduk. Bizim umudumuz şu ki, bu kombinasyon size yeni bir bakış açısı kazandırır, okuma deneyiminizi zenginleştirir.

Identities: Can Dağarslanı, iki genç kadını gerçeküstü bir şekilde sergiliyor. Fotoğrafçı, ilk etapta etrafdaki objeleri ve modellerin yerleştirmesiyle oynuyor, bu şekilde Bauhaus mobilyası ve kuklayı anımsatan varoluşlar birbiriyle kaynaşıyor.

RENK. PRINT MAGAZIN

12,50 E im Shop 

 

 

Sonrakİ yazı

Toplum & Hİkayeler

“Kick it like Kreuzberg”

Türkiyemspor Berlin e.V. Mädchen- und Frauenabteilung

    Lust auf Lecker Newsletter?