Babamın Tekerlek İzinde – Bölüm 2

Atilla'nın Köşesi

Advertisement

Türkiye’ye giderken yolun yarısında, Osmanlılar sanki beş yüz yıl öncesinden bütün Balkanların üzerine dokuma halı sermişler ve günümüzde de bu halının tozlu kalıntılarının yanından geçiyormuşuz gibi geliyor.

Kotar’daki apartmanın 60 yaşındaki kiracısı Balkan Savaşları nedeniyle bir müddet Almanya’da yaşamış olmasından azıcık Almanca biliyor, . Güzergâh ülkeleriyle ilişki sorusunu Karadağlılara has laubali bir el hareketiyle kenara atıyor ve şöyle diyor: “Buradaki insanlar bir şey öğrenmiyor, başkalarının onları birbirlerine düşürmelerine izin vermeleri kendi suçları.” “Başkaları” ile kimi kastettiğini sorduğumda, omuz silkiyor, sessizce ve bezgin bir şekilde: “Amerikalılar”, diyor.

Vahşi Arnavutluk

Arabanın ışığını değiştirdikten sonra, sahili terk edip ülkenin içine doğru, dağların arasından Arnavutluk’a doğru yol alıyoruz. O sırada babamın sözleri çınlıyor kulaklarımda: “Arnavutluk’tan uzak dur! Hiç tekin değil!” Fakat yolumuzdan vazgeçmemek için fazla meraklıyız. Ve böylece devamında sınır kapısına varıyoruz. Beş dakika da bir bir aracın geçebiliyor olmasının nedenini bir türlü anlayamıyoruz. Kahverengi bol dökümlü gömlek giymiş sınır memurları etrafta dolanıyor. Kafalarına göre gayet uyuşuk bir şekilde dolaşıyorlar Nereye gideceğimiz sorusuna, “İstanbul, İstanbul…” cevabı verdikten sonra sevimli gülümsüyor kulübede oturan kadın. Muhtemelen buradan İstanbul’a gitmek isteyen fazla insan geçmiyordur. Belki de Arnavutlar Osmanlı’nın 500 yıl boyunca boyun eğdirmesine garazkâr olmayan Balkanlar’daki azınlıklardandırlar.

Kara yolunun kenarında, verimsiz bölgelerin ortasında, içlerinde rengarenk plastik çocuk oyun alanları ve oradan oraya koşturup müşterilerin memnuniyetleriyle ilgilenen, beyaz giysili genç garsonların olduğu lüks restoranlar duruyor. Önlerine kocaman, cilalı cipler ve limuzinler park ediyor. Geçtiğimiz diğer ülkelerle kıyaslayınca Arnavutluk Balkanlar’daki  en sefil ülke izlenimini uyandırıyor. Geçerken yakaladığımız gizli ve şüpheli bakışlar, gür bitki örtüsü, sabit olmayan yollar, ve uzaktaki devasa doruk bu ülkeye bir el değmemiş, tuhaf, vahşi bir yer tadı veriyor. Belki de başkan Enver Hoxha yönetiminde gerçekleşen Arnavutluk’un bağımsızlık hareketinden kalma geçmişten bugüne uzanan kara bir gölge: Hoxha ülkeyi 70’li ve 80’li yıllarında tamamen izole etmiş ve içine kapatmış. Neredeyse dağlarda terkedilmiş bir dinlenme tesisinde rastladığımız hapis edilmiş yalnız ayı bulmuşuz gibi oluyor. Bu daha sonra benim için bu ülkenin alegorisi olacak; insanların huzursuz bir şekilde, bir aşağı bir yukarı yürümesiyle ve oradan gecen az sayıdaki insanın önüne atılan her şeyi yemesiyle.

Haçlar yolu kaplıyor

Dağın sırtlarından geçerek kuzeydoğu yönünde ülkenin içine doğru ilerlerken, akşam karanlığı çöküyor ve bunla beraber acaba karanlıkta dağlardan sağ çıkabilecek miyiz diye endişeleniyorum. Çocuklar şansıma mide bulantısı ilacının sayesinde baygın halde uyuyorlar, böylece ben araba kullanmaya konsantre olabiliyorum. Makedonya’daki apartmana giden en kısa rota, yaklaşık 330 km olması lazım. Dersimizi aldık ve bu sefer rezervasyon yaptık.

Dar dağ geçitlerinin kenarlarında dikkat çekecek kadar çok sayıda mezar mumları dikili. Minik sunaklar ve haçlar, bazılarında kaza zedelerin fotoğrafları var, dikkat etmeye çağırıyorlar. Daha Osmanlı işgalcilerin zamanında bu bölge zor kontrol edilebilir bölge olarak sayılıyordu, günümüzde de burada sokak ışıklandırılması, yer yer asfalt ve bariyer yok.

Sonunda. Karanlığın çökmesiyle Makedonya sınırına giden vadiye varıyoruz. Bu sinir geçidi bomboş. Bizi görünce şaşıran memur pasaportlarımıza kısaca bakıyor ve nazikçe geçmemizi işaret ediyor.

Makedonya’da ilk ezan

İki saat sonra Ohri’deki apartmana varıyoruz. Kulaklarım yolculuğumuzun ilk ezanını işitiyor. Burada; Türkiye’den gelen turistler tarafından ve ayrıca Makedonya’da üçüncü büyük topluluğu oluşturan, yerli Türk kökenliler tarafından, geçirdiğimiz iki günde sokaklarda Türkçe konuşulduğu dikkat çekiyor. Ohri aynı ismi taşıyan büyük, ak gölün kenarında ve Atatürk’ün, günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun, babasının doğum yerinden yarım saat uzaklıkta bulunuyor.

Ein Mazedonier, der uns über den See Ohrid spazieren fährt

Gemisiyle bizi Ohri kentinin körfezini gezdiren Makedonyalı adam.Günümüzde hala adı Kodjadjik olan köy babamın babasının da doğum yeri. İlk defa buradayım.

İki gün görülecek yerleri gezdikten sonra Yunanistan’a doğru yoldayız ve çabucak denize geri dönmek istiyoruz. Türk kökenli birisi olarak illa ki Yunanlıların en yakın arkadaşların olmadıkları inancıyla büyüyorsun. Benzer bir yorum güncel Alman-Yunan ilişkisi hakkında da yapılabilir herhalde.

“Merhaba, ben de Yunan’ım!”

Selanik’in yakınında Asprovalta’nın uyuşuk kamp yerinde check-in yapıyoruz. Gecesi 19 Euro, özel banyomuz yok, fakat bir Yunan ailesinin paha biçilmez misafirperverliğini tanıma imkanımız var. Bizi eski dostlarıymışız gibi karşılıyorlar ve bütün endişelerimin ve önyargılarımın tersini kanıtlıyorlar. Belki de aile babasıyla olan bağlantımdan dolayı öyle geliyor: Stathis’in ninesinin doğum yeri İstanbul Maltepe, orada kuşaklar boyunca Ortodoks Hıristiyanı olarak yasamış. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra Selanik’e taşınmış, annemin babasının doğduğu yere, öte yandan dedem de doğu yönünde Tekirdağ’a göç etmiş.

Bizi birbirimize bağlayan ve aynı zamanda bizi ayıran ne kadar çok şey olması şaşırtıcı. Birden Türkiye’nin Avrupa’yla olan karmaşıklığı daha somut bir şekilde gözüme çarpıyor. Bir an için kendimi öğlen vakti Berlin’deki bir kulüpte ekstazi etkisi altında duygu boşalması yaşayan ve herkese sarılmak isteyen tiplerden biri gibi hissettim.

“Merhaba!”, diye sevinçle haykırmak istiyorum her yerliye: “Ben de Yunan’ım!” Ama belki de bu Tsipouro’nun, Stathis’in bana daha öğlenleri ikram ettiği rakı çeşidinin bir yan etkisi olabilir.

“… Türkiye’den biraz korkuyoruz”

Nerdeyse iki haftada Türkiye sınırına 268 kilometre yaklaştık. Yunan kardeşlerimize acıklı acıklı veda ettikten sonra yolculuğumuzun son kısmına geliyoruz, Türkiye’ye.

Erken akşam saatlerinde İpsala sınır kapısına geldiğimizde Duty-free’denaynı babamın yaptığı gibi bir karton Marlboro alıyorum Türk “crowd”’u için küçük bir hediye olarak. Kabul ediyorum, aşırı yaratıcı değil, ama ironi yapmaya çalıştım. 26 sene sonra uzaktan arabayla gelen birisinin arabası, karısı çocukları ve bir karton sigarayla dolu.

Emin olmak için kasiyere tekrar burasının Yunan Duty-free’si olup olmadığını soruyorum. Olduğunu söylüyor, ben de bundan çıkarıyorum ki: “Siz Yunan’sınız.” – “Evet”, diyor, “Alexandroupoli’de yaşıyoruz.” – “Türkiye’ye gittiğiniz oluyor mu, madem direkt sınırda oturuyorsunuz?” Genç adam biraz geri kaçıyor, tereddütle itiraf ediyor: “Hayır, hiç bir zaman Türkiye’ye gitmedik …” – “Neden?”, diye şaşırıyorum. “Biraz korkuyoruz”, diyor sessizce. Bunun üzerine ne diyeceğimi bilemiyorum, kasa fişini, sigaraları alıp arabaya biniyorum  ve o anda yine geri geliyor o korkutucu his.

Türk ve Yunan sınır geçidi arasındaki yol, sözde “No Man’s Land”, şimdiye kadar bu iki ülke arasındaki en uzun yol ve çokça silahlı Türk askeri tarafından korunuyor. Sınır geçidine yaklaştıkça birazdan büyük, gergin bir ülkeye adim attığımızı hissediyoruz.

Devam edecek…

Çeviri: Bilge Dükkanci

Follow uns
on Instagram!